CİHAD

CİHAD

Arapça “chd/cehd” kökünden gelen cihad kavramı, lügatte gayret etmek, güç yetirmek gibi anlamlara gelir. Dini ıstılahta ise cihad, sıkıntılara sabır göstererek düşmanla, nefsle, şeytanla, ahlaksızlığın unsuru olan fitne, fücur, fısk, zulüm gibi kötülüklerle maddi ve manevi her türlü mücadele etme anlamına gelir. Yani cihad, hem nefisle mücadeleyi (büyük/manevi cihad) hem de düşmanla savaşmayı (küçük/maddi cihad) içine alan bir kavramdır.

Kavramının tanımından da anlaşılacağı üzere cihad, Müslüman bireyin düşmanla yaptığı mücadeleyi ifade ettiği gibi İblis’in her türlü hile ve desiselerine rağmen kişinin “insan olabilme” adına nefsiyle yaptığı amansız mücadeleyi de kapsam alanı içerisine alır. İnsan bu savaşı kazanamadığı sürece savaş meydanlarında yapacağı cihad da tehlike altındadır. Böyle durumlarda Allah için çıkılan seferin amacı; şan, şöhret ve ganimet uğruna yapılan savaşlara dönüşme riski ile karşı karşıyadır. İşte o zaman merkezinde “insanı insanca yaşatma ve ona hayat verme” olan cihad bu hassasiyetini yitirerek, can alma ve ganimet kazanma aracına dönüşür.

Savaşın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Fakat İslam’da savaşın mantığı diğer dinlerin ve ideolojilerin savaş mantığından ve gerekçelerinden oldukça farklıdır. İslam savaşı zulmetmek için değil, adaleti tesis etmek için yapar. Asla mal toplamak, toprak ele geçirmek, insanlara hükmetmek, onlara karşı büyüklük taslamak, onları öldürmek, köleleştirmek, zenginliklerini yağmalamak, sömürgeler kurmak, intikam almak için cihad etmez. Hz. Peygamber sancağı Tebük Seferinde Hz. Ali’ye teslim ederken söyledikleri, aslında İslam’ın savaşa yüklediği anlamı kavrama adına oldukça önemlidir: “Ey Ali! Savaştığın Yahudilere haklarını haber ver. Onlardan birisinin senin ellerinle hidayete ermesi, senin kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” İslam, savaşı; ekonomik, sosyal ve siyasal hegemonya aracı olmaktan kurtararak insana, insanca yaşayabileceği bir ortam hazırlama adına, “son çare” olarak başvurabileceği bir metot olarak görür. Hz. Peygamber bunu Adiy b. Hatem’e; “bir kadının tek başına Mekke’den Kadisiye’ye kadar hiçbir zarara uğramadan yolculuk edebileceği bir dünya” diye tarif etmiş ve hayatını buna adamıştı. O günün Arabistan’ında hatta dünyasında bu ütopyadan başka bir şey değildi. Allah Rasulü’nün bu hayalini hayata geçirmek ve tüm dünyaya yaymak için girişilecek her türlü eylem cihad kavramının içine girer ve bir ömür buna adanabildiği ölçüde anlam ve değer kazanır. Yani hayat, iman ve cihaddan ibarettir bir mü’min için.

Kur’an, cihad ve savaş kavramlarını “Allah yolunda mücadele” (fî sebîlillâh) şeklinde kullanır. Dolayısıyla Allah rızasının dışına çıkan her türlü mücadele tarzı İslam’ın emrettiği cihad değildir. Müslümanlara, kendilerine savaş açmayan ve zulmetmeyen kâfirlere karşı iyi davranması emredilir ve küfrün tek başına bir savaş nedeni olmayacağı hatırlatılır. “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmekten menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” (Mümtehine, 60) “Sizinle savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 190) “Fitne (baskı ve zulüm) ortadan kalkıp din ve itaat, yalnız Allah’a mahsus oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse bilin ki zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara, 193) “Fitnenin ortadan kalkması” için savaşın emredilmesi, Müslümanları müşriklerin zulmünden kurtarmaya yönelik bir mücadele emri olmanın yanı sıra, bir insan hakkı olan din ve vicdan hürriyetinin korunması adına olduğu da unutulmamalıdır. Eğer böyle bir risk yoksa savaş da yoktur. Allah Rasulü, “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, aksine bu hususta Allah’tan afiyet dileyin. Şayet onlarla karşılaşırsanız, sabırlı olun ve şunu bilin ki cennet kılıçların gölgeleri altındadır.” der. Bu ifadeler İslamın, savaşı değil barışı merkeze aldığını göstermek açısından önemli bir vurgudur.